Monday 29 August 2016

bugün vedat türkali öldü. henüz 17 yaşımda bir bebe idim ve ahmet soner bir gün şöyle demişti: "hiç vedat türkali okudun mu"? hayır demiştim utanarak, kızmıştı. sonra da muhammet'ten de sert bir emirle "oku" demişti. sene 2000 idi. aradan 16 yıl geçmiş. onca zaman içinde vdat rükali okudum elbette. ama okumadığım ne çok şey var hala. daha çok okumalıyım. daha çok öğrenmeliyim. seneler çok çabuk geçiyor. kabımı güzel şeylerle doldurmalıyım.

Thursday 25 August 2016

inanılmaz sıradan bir gün

oksimoron gibi bir şey oldu bu. sıradan bir günün ne kadar inanılmaz olabileceği hakkında yapılan bütün filmler, yazılan bütün öyküler bir yana,

konunun yapmak ya da görmekle bir alakası yok.

seneler geçiyor ve hala kendime istediğim zamanı ayıramıyorum, istediğim kadar yalnız kalıp, yalnızlığımı düzenleyip, başlamam gerekene başlayamıyorum.

"yeterince istemediğin için dedi r. bugün."

yeterince istememekle alakası yok bunun. yeterince istemediğimi düşündüğüm zamanlar da oluyor elbette ama yaşanan süreç, ki bu süreç yılları kaplıyor, istememekle asla açıklanamaz.

her gün sabah 8'de kalkan bir kadın düşünün. 9.30'da iş başı yapıyor ve tekrar eve döndüğünde en erken saat 19.00 oluyor. işte geçirdiği sürede beynini beş para etmez insanlar için çalıştırıyor, yemek yese mi yemese mi, sürekli buluşmak için dürten arkadaşlarına hayır demekten yorulsa mı yorulmasa mı, bir şey izleyip dinlese mi, sevgilisi şikayet etmese mi, hadi bütün bunları yapmasa, 20.00'a  kadar yorgun beynini dirilmekle uğraşsa ve sonra gece saat 02.00'a kadar çalışsa, sabah uyanıp yine aynı döngü?

nerede kaldık?

hiçbir yerde kalmadık.
hiçbir yere kalamayız.
çünkü zamanın kenarı kalmış sadece.
en son lokması değil,
kimsenin kullanmaya tenezzül etmediği yanık kenarı.


Sunday 21 August 2016

ne diyecegime bilemiyorum, otomatige baglamis bir sekilde her zamankinden daha da inatla hayata sarilmaya calisiyorum, calisiyoruz ve sonra yine bir bomba patliyor. daha ne kadar kotu olabilir, bunun daha kotusu nedir diye sormaktan kaciniyorum inatla ama her gece ruyalarimda daha da kotusunu goruyorum, misal dun kac katli oldugunu hatirlamadigim bir binadan atlamak mecburiyetindeydim, herkes bu atlayisin cok kolay olacagina ikna etmeye calisiyordu beni ama cok tedirgindim. korku degildi, garip bir tekinsizlik ve neden atlamak zorunda oldugunu bilmemenin beyhudeligi. derin bir nefes aldim. neden atlamak zorunda oldugum sorusu gundemde bile degildi. sadece atlamaliydim ve yanimdakilere bakilirsa bu atlayis kolay olacakti. gittikce daha az gormeye basliyorum. umutsuzluk oranima paralel bir korluk. doktor goz migreni diyecek. sanki beyminde bir baska beyin vya beyinler var. asiri karmasik mantiksal suzgeclerden geciyorum, geciyoruz. inatla yasamaya caliyorum, calisiyoruz ama biliyorum, biliyoruz ki savas icindeyiz. kendimi cok kotu hissediyorum, benim yasamak isedigim dunya boyle bir dunya degil. bu kadar korkunc oyunlar oynanmamali. hep soyledigim sey: insanoglundan miras kalan kotulukleri yeniden uretmememiz gerekiyor. bos bos bos, anlamsiz ve aptalca her turlu bireysel hareketimizin yaydigi topalm enerjiden dolayi, kotlugu en kucuk anlanlarda defalarca kez besledigimizden insanlik bu halde. kotlugun en buyuk oyunu iyiligin goreceli olduguna inandirmakti herkesi. iyilik goreceli oldugunda kotuluk mesrulasti ve gucune guc katti. umarim lokantadaki garsona kotu davranirken ya da bir insani aldatip ona yalan soylerken neyin oyununa geldiginizi anlarsiniz bir gun. kac senedir soyluyorum ama herkes bir havalarda, havalardaydi. simdi, en kucuk kotulugunuzden kurtulun. bu dunya zaten cehennem, biz iyisini gormeyecegiz ama bir takim hareketlerimizle kaniksanmis sik kafali eylemleri refleks olmakran cikarip enerji akisina mudahale edebilrizi. anlamiyorum ki zaten, bu kadar boktan olmak zorunda olan nedir.

Monday 7 March 2016

dolapdere.

kalyoncu kulluğu'ndan aşağıya doğru yürümeyi çok severim. tarlabaşı’nın bütün hengamesinden dolapdere’nin son günlerine doğru yolculuktur bu yol benim için. sağ taraftaki kilise, çivit mavisi spotçu ve de harap haldeki şahane binaları selamlar, bombeli yokuştan aşağı yuvarlarım kendimi. şayet günlerden pazar değil ise yokuşun bittiği yerden sağa döner, camiye doğru yürürüm. sağlı sollu dükkanlar ve önlerinde bekleyen avarelerle çok ilgilenmez gibi yaparım ama aslında hepsine bakar, hepsinin hakkında düşünürüm. dolapdere, bütün bohemliği, aktivistliği, zırvalığı ile içimi şişiren beyoğlu'ndan kaçma yeridir benim için. fakat acı gerçekle yüzleşmek için biraz daha yürüme gerekir her defasında. koç müzesi'nin inşaatına doğru, yani o muhteşem kilisenin civarında acı acı çöker üstüme dolapdere'nin hazin sonu. "buralar hep dümdüz olacak. koç müzesi geldiğinde, elbette o pazar günü kurulan nam-i diğer "hırsızlar pazarı" yani bitpazarı olmayacak ve kurtuluş'un derinliklerinde yaşayan afrikalı mülteciler artık orada yaşayamayacak. şimdiden almışlar arazileri ve evleri. fiyatlar imkansıza doğru yaklaşmış. kilisenin karşısından emladağ'a çıkan yol üzerinde rezisanslar boy boy dizilmiş. her taşını ezberledim dolapdere'nin. eroinmanlarını, hırsızlarını, göçmenlerini, pespayeliğini, tarihini ve her şeyini. sadece bundan 10 yıl sonra aynı yolu yürüdüğümde sevgim eksilecek diye üzülüyorum. yoksa hafızamda, hatıramda her şey. bütün araba tamircileri, manken satan dükkanlar, gece tekinsizliği. ah kimseye anlatamadığım bir tutku, bir kaçış. o kadar sevgi dolu geziyorum ki oraları. sarmaşığının yapraklarına bile imreniyorum. 

Monday 29 February 2016

gecenin dibi ile sabahın körünün arasındaki zaman diliminde
sımsıkı sarılıp yanımdaki sarhoş sevgiliye
bütün dünyayı karşına alıp savaşmayı düşündün mü hiç?
bu kadarını bekliyordum. her geçen an seni daha da çok seviyorum. kalbim ve aklım çok güzel bir ritm tutturdu.
ilk defa kendimi bu kadar güçlü hissettiğim bir sevgi içindeyim.
kaçkar dağını karşıma alıp nefesimle deviririm.