Tuesday 13 October 2020

anksiyeteler de göçer

deniz otobüsündeydik. kimliğimi unuttuğum için stres oluyordum. koltuğun arkasındaki cepte saç düzleştiricisi vardı, anlamsızca ona takıldım bir de. kimliğim de kimliğim diye anksiyetelerdeyim, ya beni almazlarsa? sonra azra rahatlattı. mültecilerin kimliğe ihtiyacının olmadığını söyledi. deniz otobüsü ile bir şekikde frankfurt'a geldik, nehirden geldik herhalde. nasıl özlemişim anlatamam. insan frankfurt'u özler mi? özler. bir süre burada kalırım, sonra başka alman şehrine geçerim diyorum kendi kendime. aklımda nedense wuppertal var. opera binası olmalı, kocamaaaaan bir konser salonu. stadel'e giderken yolu sorduğum bembeyaz saçlı alman adam aklıma geldi. mavi gözleri ile tobi'nin 20 yıl sonraki hali olduğunu düşündüm. sıkışmış hissediyorum.

Thursday 17 September 2020

korku

doğduğum kasabanın kıyısını kırmışlar

ölmeden önce gider görür müyüm bilmem

yuvarlak taşların üstüne atılan asfaltı

sıra sıra dizilmiş kocaman kayaları

karanlıklardan başını çıkaramayan otları

doğduğum kasabanın kıyısı kırılmış

tepeleri törpülenmiş, kedileri işaretli

ölmeden önce gider görürüm belki

yuvarlak refüjlerin ortasında yatan fakirlerin

teker teker toplandığı kampları

parmaklıkların ardından uzanan ıslak burunları

doğduğum kasabanın kıyısı kırık

kaldı





Thursday 6 August 2020

Küçük zevkleri olan sıradan insanın bile nefes alacak alan bulamadığı bu ülkeye dair en ufak bir ümidim yok, sadece ve sadece onun yok oluşunu hayal edenler erdemli insanlar.

Saturday 25 July 2020

zamanda yolculuk yapmayı sağlayacak bir portal arayarak geçti ömrüm.

Saturday 11 July 2020

şeker'e veda.

şeker ölmüş, yolun karşısındaki spotçunun önünde araba çarpmış. miniğim hayata veda etmiş. günlerce ağladım.

bir gün eve dönerken tütüncü adama sıkılarak sordum. sıkılarak çünkü kötü bir şey diyeceğini biliyordum.

ah dedi, ne oldu bir bilsen.

bilmek istemedim, gitmeye çalıştım, hızla anlattı. ölü bir melek gibi uyuduğu halini gösterdi.
eve geldim, saatlerce ağladım. tütüncü de fena olmuş, her halinden belli.

şeker dedi, bambaşkaydı, gelirdi buraya koltuğuma otururdu, bir şey demez yeme çömelirdim.

şu an bile ağlıyorum. küçüğüme araba çarpmış. çok üzgünüm.

şimdi marvin'ime daha çok sarılıyorum. gerçekten canım acıyor.

Saturday 27 June 2020

Şekersizliğin tadı

Şeker'in kayboluşunun üzerinden bir ay geçti, aklıma gelmediği bir gün yok, onu çok özlüyorum. Günün her anı balkondan onu izleyerek, özenle aldığım ıslak mamaları ona servis ederek ne kadar mutlu idim. Marvin'den bile esirgediğim oluyordu ıslak mamaları ama Şeker'den asla. Alacalı açık kumral sırtlı, önü beyaz kedimiz Şeker, iki yıldan fazladır sokağımızın biriciğiydi. Yeşil gözleri ile olanları izler, tanımadığı kimsenin dokunmasına müsaade etmezdi. Tütüncü bakıyordu ona aslen, gündüzleri onunla dükkanda takılıyordu, arada çıkıyordu geziyordu, sonra dönüyordu. Bazen birkaç gün görünmezdi, mahallede turluyor herhalde derdik ki genelde öyle olurdu çünkü ne olursa olsun Şeker sokağa döner, fırının yan tarafındaki dolabın üzerine zıplar, saatlerce uyurdu ya da bakkalın sıcak hava üflemesinin üstüne otururdu. Karantina döneminde en yakın arkadaşlarımdan biri olmuştu Şeker, sokağa iner, ona mamayı verir, severdim. Bacaklarımın arasında dolanırdı kuyruğunu titrete titrede. En son yine ıslak mama vermiştim, gözlerini açıp kapatarak teşekkür etmişti. Hiç açgözlü bir kedi değildi, diğer kedilerle paylaşırdı mamasını, o gün de kara kedi ile paylaşmıştı. Sonra bir daha Şeker'i görmedim. Şeker'sizliğin ne kadar tatsız olduğunu bir bilseniz. Canım benim, umarım iyisindir, umarım güzel bir eve çöreklenmişsindir. Seni seviyorum Şeker.  

Sunday 14 June 2020

belki de dibin dibi yoktur. bilmiyorum, fazlaca hızlı geçiyor zaman, daha hızlı dönüyormuş gibi, gündüz ve gece arasında mesafe kalmadı, bir göz kırpışı yetiyor. bir gram gerçek bulsam peşinden koşarak gideceğim, çok zor. tahtalara oturmuş yokuş aşağı kayan çocuklar dışında ne gerçekti emin değilim. kalbimi sökmüşler içeriden gıdıklıyorlarmış gibi, bazen durduk yere bir heyecan basıyor, o kadar. gençken gelecek vardı gidilmesi gereken, şimdi ne var, bak işte onu da bilmiyorum. nasıl kazıdılar ruhumuzu. böyle yapıyorlar işte insana. sersem gibi kalıyorsun acıların ve kötülüklerin arasında. şaşkın. ürkek. alay ediyorlar, göz deviriyorlar, bir gülümsemelik sevinç bulduğunda üstüne atlıyorlar, ümüğünü sıkıyorlar. şakası kalmadı, her şeyden sıyrılmak lazım. öyle şehir hayatından sıkıldığını sanan salak orta sınıf gibi değil de gerçekten sadece ve sadece kendinle bir köye gitmek, her şeyi ellerinde baştan yapmak lazım. yoldaşın varsa ne ala. bu zamanın içinde bize yer yokmuş ya en çok da ona gülüyorum.

Sunday 3 May 2020

İkinci hayat notları

Bugün Paris sadece adlarını bildiğimiz sürgün yazarların değil, varlıklarından haberdar bile olmadığımız, ne yurtlarına dönme ne de yeni bir yurt edinme imkanı olan Ortadoğulu, Uzak Asyalı, Afrikalı göçmenlerin de şehridir. (syf. 20)

Sürgün, zorla açılmış bir çatlak. Ne geldiği yerden kopabilmek ne de oraya bağlanabilmek.
Uzak değil ama geri dönüş yolu çoktan kaybolmuş.

Said: Bütün dünyayı yabancı bir ülke gibi gören insan mükemmeldir.
İnsan sadece sonuçta başka kültürleri değil kendi kültürünü de tuhaf bulabilir.

tekne-ülke-yurt

Amy Foster-Joseph Conrad-BAŞLANGIÇSIZLIK

Said'e göre göçmen-sürgün figürü entelektüel için bir model olmalı. Bu dünyada bir göçmen ya da sürgünmüş gibi düşünmek gerekir.

İnsanın yaşadığı yeri bir yabancı gibi görmesi?

Tolstoy: İnsana ne kadar toprak lazım?
Amery: İnsan yurda ne kadar ihtiyaç duyar?

Sennett'in Yabancı'sını okumadım hala. İnanamıyorum bazen kendime. Sennett Alexandr Herzen'den alıntılıyor: Katıl, ama özdeşleşme. Karaya çık ama parçası olma.

Sennett'in yabancısını Nurdan Gürbilek şöyle tanımlıyor: (Onun) yabancısı bir evrensel yurttaş değil, onu geldiği yere bağlayan kültürel bavulu kolay kolay fırlatıp atamayacağını fark eden biridir.

Kökende ısrar eden dünyada insanın yeni birine dönüşebileceği fikri ferahlatıcıdır.

Friday 10 January 2020

2020

Bu noktaya bu kadar hızlı ulaşacağımızı hiç düşünmemiştim. Umursamayınca böyle oluyormuş.
Yeni taşındığımız apartmanın merdivenlerinde hissettiklerim o kadar taze ki, üstünden neredeyse 25 sene geçmiş. Yaşadıklarımla değişen hatıralarımın hakikatinden şüphe duyuyorum.
Babam önden gidip evi tutmuştu. Sonra eşyalar kamyonda, biz arabada, Hüsnü dedem de yanımızda. Her şeyin geride kaldığı o an. O gidiş. Esen rüzgar. Çok kanıyordum. İçimden parçalar çıkıyordu. Arabanın koltuğuna bile kanım bulaşmıştı.
Dedemin elinden neredeyse her iş gelirdi. Bir gün atardamarı çatladı ve öldü.
İki hafta sonra babaannem öldü, amcamın kanserden ölümü onu mahvetmişti, o da kanser oldu, tedaviyi reddetti. Tam bir hafta boyunca ölümünü izledik, ilaç kokusu, beyne sıçrayan kanserli hücreler, hızla kaybolan bilin, çöken yanaklar ve göz çukurları.
O kokuyu asla unutmayacağım.
Hepimiz toplandık, ölmesini izledik ve öldü.
Ben yine o sabah korkunç kanamıştım. Kendimi Altıntepe sokaklarında buldum, telefon çaldı ağlayan halamdı, eve geri dönemedim, ağladım, ağladım, ağladım. Uçağa bindim, ertesi gün babaannemi gömdük dedemin ve amcamın yanına. İki hafta içinde iki ölü. Bir daha da oraya gitmedim.
Şimdi küllenmiş hatıralarımın üstüne üflerken fark ediyorum ki acele etmeye çalışırken yorulmaktan başka bir şey yapmamışım. Şimdi sadece öylece durup billurlaşma zamanı.